26.11.2009

Man To Man, Cover'larında, Annuler

90 yaşındaki birine ''Bir kaç yıl sonra ölebilirsiniz.'' demek kadar saçmaydı.
Paris sokaklarında koşar adımlarla arkadaşın yanına yetişmeye çalışırken bunu tekrarlıyordum kendi kendime. İçimden söylüyordum, zaten Türkçe söylesem gene anlamazlardı ama ''Ne diyor acaba?'' ya da ''Anne, şu kız nece konuşuyor?'' diyen bir çocuk görmek istemiyordum. Çünkü küçükken aynısını ben de yapıyordum...
Telefonuma sürekli bakıyordum. Baktığım telefondan da iğreniyordum. Ancak beni durduran telefonuma gelen mesaj olmadı ilk. O tablo oldu... Evet, her yer ressam kaynıyordu ancak bu kadar güzelini, bu dile daha vakıf olsam anca anlatabilirdim.
Hepimiz aynı çöplükten geliyorduk. Hepimiz aynı boktuk kısacası ancak hiçbirimiz bunu göremezdi. İzlediğim bir filmi hatırladım ya da uyduruyorum bunu yazarken. Bir Japon, Amerikan vatandaşlığına geçiyordu. Oğlu da orada doğuyor ve ''Amerikan vatandaşı'' oluyordu. Aile o kadar değişmişti ki, çocuk kendi ülkesindeki insanları andırmıyordu bile. Bir gün o çocuk da evleniyor, çocukları oluyordu. Karısından başka kadını gözü asla görmeyen bir adamdı. Bir gün savaş çıkıyor ve bütün bu ''vatandaşcıklar'' toplanıyor, kamplara yerleştiriliyordu. Bu adam da kafasını o kadar ''Amerikan vatandaşı'' olmaya takmıştı ki, kendi öz oğlunu savaşa gitmeye ikna edecek kadar deliriyor ve sırf kendi oğlu ile de kalmıyor, diğer ailelerin biricik çocuklarını da ikna ediyordu. Tabii kendi oğlunun neyi istediğini ve bunu umursamayarak... Kendisi Amerikan vatandaşıydı çünkü! Bunu kanıtlamalıydı yobaz! Kendisine Jap diyenlere ''Ben sizin kadar Amerikalı'yım.'' diyebilecek kadar delirmişti kanıtlarıyla çünkü... Çocuğu çiziyordu ve daha niceleri vardı onun arkasında. Hikaye bu ya, o deli de çocuğunun resim öğretmeninden hoşlandı bir süreliğine. Kadını öptü. Kadın onu nişanlısını aldatmak uğruna istedi ancak adam tek beraber olabileceği kadının karısı olduğunu söyledi. İşte bu kadar kurnazdı bu adam. Oğlu önceden ne kadar direnmiş olsa da, bunu öğrenince hemen adını listeye yazdırdı. Savaştı. Arkadaşlarını kurtarmak için kendini topun üzerine attı. Bir gün önce yazdığı mektupta da artık ne için savaştığını yazmıştı: Babasının fikirleri için. Oranın koşullarından da biraz bahsetti. Ölmek istemediğini, top, tüfek sesleri yüzünden geceleri uyuyamadığını, korktuğunu, kabuslar gördüğünü...
Aileye çocuklarının öldüğünü telgrafla belirttiler. Kadın ile adamın yeni hayat umudu ile kamptan ayrılacağı gün...
Adamın, oğlunu ikna ettiği bir adamın oğlu da öldü. Oğlu ölen diğer adam, adamın yanına şimdi nasıl yaşayacağını öğrenmeye metreleri aşarak geldi. Ancak diğerinin de cevabı yoktu...
Bir kaç saniye sonra ne yapacağını bilmiyordum bile. Kırmaya ve kırılmaya her zaman açıktık. Yağmur yağmaya başladı. Bugün 11 dereceydi, bilmem farkında mıydı Parisienne'ler... Sağanak yağmur vardı. Güzel geçti bugün... Şöyle saçma bir muhabbet de geçirdik:
- Bu maymunlar ne böyle ya.
-- Ne bileyim hayvanat bahçesinden kaçmışlar galiba.
- Yok ya bayram diye izin vermişlerdir akrabalarını görsünler diye.
--- ...
Arkasından da ''Ben kimim aslında da onları sorguluyorum? Belki de onlara şuan ben garip geliyorumdur...'' cümlesi ile felfese de yaptık. ''Boşver''lerle de bitirdik...
Oradan ayrılırken özgür olmak ile kafamı bozduğumu da farkettim. Kavgalar görmek istemiyorum artık çünkü. Çingeneler gibi yaşamak istemiyorum. Beni aşağıladığı anda koşup gidebilmek önemli benim için. Ve yapacağım bunu, bütün gerçekleştirmek istediğim hayallerim ile ilgili.
Bütün bunları -hemen hemen hepsini- düşündüm bugün uçakla Paris semalarından ayrılırken. Arkada arkadaşımı bırakmıştım belki. Aslında ilk önce o beni bırakmıştı, onun ''birisi'' (gelip alanı) vardı. Benim yoktu... Belki de arkamda aslında hiçbir şey bırakmamıştım ama boştu biraz içim. Sanki biri tam kalbime doğru ateş atmıştı ve o basınçla içimdeki bütün kan boşalmıştı ciğerlerime kan dolarken... Damarlarım, kalbim, beynim de patlamıştı. Yere yığılmıştım. Ellerime kan, burnuma kan, gözlerime kan, vücudum uçmuş iken farketmiştim. Gördüğüm tek şey birkaç tabanca idi sanki. Beni vurmuştu sevdiğim uçakta, yerde, sokakta elimde kırmızı bir şemsiye, gözlerimde lens, kahverengi, eski bir kapının arkasından bakarken. Yüzümde bir tebessüm oluşmuşken...
Uçak havalandığında içim de bir garip olmuştu. Londra'ya, Berlin'e ve sonra da İstanbul'a gidiyordum. Bir Indie/Brit Rock yapan insanlara kıyasla daha şanslıydım. Belki de Dublin'e düşerdi sonra yolum...
Yanımdaki ile konuşacak, normal ve sakini oynayacaktım.
Belli ki hırçındım.
Ama gözüm kararmıştı bir kere!
Ben de sana yalvarmıştım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Kafamdaki taç var olduğu sürece...Yazsana?